Kahve Kitap

Mustafa Çelik: “Kur’an Ana Haber Kaynağımızdır”

MEDYA 03.01.2014 - 00:05, Güncelleme: 26.12.2020 - 09:55
 

Mustafa Çelik: “Kur’an Ana Haber Kaynağımızdır”

Mustafa Çelik Hoca ile Kur'an'a göre 'Haber Ahlakı' kapsamında; yalan haber, taraflı haber, kasıtlı haber ve son zamanlarda gündemi meşgul eden haberlere yönelik konuştuk…

Röportaj: Nusret Salih-Mustafa Arısüt Mustafa Çelik Hoca ile Kur'an'a göre 'Haber Ahlakı' kapsamında; yalan haber, taraflı haber, kasıtlı haber ve son zamanlarda gündemi meşgul eden haberlere yönelik konuştuk… Kur'an-ı Kerime göre Haber Ahlakı nedir hocam? Müslümanlar, Rabbani bir davanın ilkeleri etrafında bir araya gelmiş kişi ve kişilerdir. Yani bir davanın Rabbani mücadelesini veren Müslümanların bir zemini olması lazım. Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed (s.a.v) şahsında Rabbani mücadelenin zeminini bize göstermiş. Nedir mesela? Allah-ü Teala Kur'an-ı Kerim'de, 'Muhakkak ki, sen büyük bir ahlakın üzerindesin. Huluku'l-'Âzîm üzerinesin. Peygamber Efendimiz (s.a.v) başka özellikleri vardı. Mesela en mühim davası iman davasıydı. Ayet, onu iman davasıyla tanıtmıyor burada. Ayet, onun güzel ahlak üzerine, Huluku'l-'Âzîm üzerine olduğunu beyan ediyor. Biz buradan anlıyoruz ki, yani iman mücadelesinin, iman davasının zemini Huluku'l-'Âzîm, büyük ahlaktır. Hz. Muhammed (s.a.v) bir Hadis-i Şerif'inde Kur'an'daki bu Huluku'l-'Âzîm tabirini bir nevi tefsir ediyor, beyan ediyor. Onun mekârim-i ahlâk olduğunu söylüyor. Diyor ki, ben muhakkak ki, mekârim-i ahlâk tamamlamak için gönderildim. Yani ben mekârim-i ahlâk başlatmaya geldim demiyor. Çünkü niye? Ulema diyor ki, mekârim-i ahlâk bir süreçtir. Hz. Adem Aleyhiselamla başlamıştır, Hz. Muhammed (s.a.v) ile kemale ermiştir, son bulmuştur. Dolayısıyla mekârim-i ahlâk dediğimiz zaman bütün peygamberlerin insanlığa kazandırmış oldukları kazanımlar akla gelmelidir. Dolayısıyla biz Müslümanlar mücadele ederken bütün peygamberlerin kazanımları üzerine oturmalıyız. Onun üzerinde mücadelemizi yürütmeliyiz. Ama bu mücadeleyi verirken bizim zeminimiz ahlaki değilse, mekârim-i ahlâk zemininde değilse, bizim zaten bu Rabbani davanın mücadelesini sürdürmemiz, devam ettirmemiz mümkün değildir. Rabbani davayı nereden alıyoruz? Rabbani davayı, Rabbani davanın kaynaklarından alıyoruz. Mesela Kur'an-ı Kerim'in bir ismi de Nebeul Azim'dir. Yani Kur'an büyük haberdir, şok haberdir. Yani insanlığın bütün haberlerini alt üst eden, durduran bir haberdir. Diyor ki, sana o Nebeul Azim'den soru soruyorlar. Nebeul Azim, bazı alimler demişler ki, kıyametin kopmasıdır. Fakat alimlerin ekseriyeti de Nebeul Azim, Kur'an-ı Kerim'in ta kendisidir, Kur'an'dan büyük bir haberdir. Şimdi bizim iman ettiğimiz, bizim Müslüman olarak varlık sebebimiz olan Kur'an-ı Kerim büyük bir haber olduğuna göre, dolayısıyla haber olayı biz Müslümanları ilgilendiriyor. Mekârim-i ahlakın bir bölümü, bir parçası, bizim dinimizin kendisi bir haberdir. Yani Kur'an, Allah'tan gelen Nebeul Azim'dir, büyük haberdir. Bir de bu büyük haber daha öncekileri geçersiz kılandır değil mi? Tabi. Kendisinden önceki bütün… Aslında Kur'an-ı Kerim'in de bir manası var. Kur'an-ı Kerim'in manası birçok şeyi bir araya getiren, toplayan, içinde barındıran anlamına geldiği için, ulema diyor ki, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin mesajını öz ve özet olarak kendi içinde barındıran kitabın adı Kur'an'dır. Yani dolayısıyla Kur'an geldikten sonra, Kur'an'dan önceki kitapların hükmü kalmamıştır. Biz Nebeul Azim'i, yani şok haberi, büyük haberi bu şekilde anlamalıyız. Yani ben şok haber derken, günümüzün tabirini kullanıyorum; ama yine de bu tabiri karşılamaz. Ama Nebeul Azim, pek aramızda gelişmiş bir tabir değildir, pek kullanmıyoruz. Ama Kur'an, Nebeul Azim'dir. Yani Kur'an'ın haberi gündeme geldiği zaman diğer tüm haberlerin durması lazım, durdurulması lazım. Ama günümüz Müslümanları olarak, Allah'tan gelen haberleri konuşmuyoruz. Onları güne, gündeme taşımıyoruz. Çünkü neden? Başka haberler Kur'an-ı Kerim'i alt etmiş konumda. Oysaki bizim dinimiz, imanımıza göre Kur'an üsttür, ast olamaz. Yani ana haber kaynağı olarak Kur'an-ı Kerimi esas almalıyız... Evet, ana haber kaynağımızdır. Bütün haberlerimizin ana çerçevesinin Nebeul Azim oluşturur. Evet, ben bu haberi yapacağım; ama benim bu yapacağım haber Nebeul Azim'in canına değebilir. Ona uymuyorsa, benim bu haberden vazgeçmem lazım denmeli. Ama günümüzün Müslümanları bu terbiyeyi, bu ahlakı almış değillerdir. Yani biz, güncel hayatımızda edindiğimiz ve üzerinde durduğumuz haberlere Nebeul Azim dediğimiz Kur'an'ı çerçeve yapmamışız, ölçü yapmamışız, terazi yapmamışız. Bu büyük bir nakisedir. Bizi, Müslümanlığımızdan uzaklaştıran bir durumdur. Şimdi gelelim bu Nebeul Azim konusuna. Nebeul Azim, bize haber ahlakı kazandırıyor. Belki bugünün ifadesiyle bir basın ahlakı kazandırıyor. Basın ahlakı da haber ahlakının bir bölümüdür. Allah-ü Teala, Kur'an-ı Kerim'in Hucurat Suresi'nde, 'Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirdiği zaman, onu tebeyyün ediniz, onu tahkik ediniz.' Şimdi ayet Medine'de nazil olmuş bir ayettir. Müminlere hitap eden bir ayettir. Medine toplumunu inşa eden bir ayettir. Bütün müminleri kapsayan bir ayettir. Kadın, erkek herkesi kapsayan bir ayettir. Ey iman edenler diye hitap ediyor. Şimdi size herhangi bir fasık bir haber getirirse, yani biz bundan anlıyoruz ki, müminler birbirlerine güvenirler. Müminler birbirlerinin haberine kayıtsız şartsız inanır değil mi? Birbirlerinin haberlerine itibar ederler. Çünkü ayet müminleri direkt getirmiyor; ama biz, öbür tarafta Kur'an'ın bütünlüğünü göz önünde bulundurduğumuz zaman Fasık insanın da kâfir olmadığını görüyoruz. Fasık dediğimiz zaman, Kur'an'da hangi ayette gündeme gelmişse o ayette bir mana taşımakla beraber günahkâr mümin akla gelir. Bazı ayetlerde kâfirle aynı kategoriye girebilir fasık. Ama burada bunda kasıt, yani Müslümanlığına halel düşürmüş, üzerinde günahları barındıran, günahları görünen bir Müslüman size bir haber getirirse hemen ona sarılıp o haberi yaymayın. Ona hemen itibar etmeyin, o haberi masaya yatırın. Onu tahkik edin diyor. Bu önemli bir şeydir. Yani bütün Müslümanlar üzerine bir görev terettüp ediyor. Demek ki, Müslümanlar fasıkların haberlerinin önünde birer engeldirler. Fasıkların haberlerini toplarlar, onun üzerinde düşünürler, tahkikte bulunurlar. Ayet devam ediyor, 'Eğer siz o fasık'ın getirdiği o haberi, bilmeden, tahkik etmeden, araştırmadan, ona itibar ederseniz, onu yayarsanız, ona dayanarak bir başkası hakkında hüküm vermeye kalkışırsanız, sabaha nadim olanlardan kalkarsınız. Pişman olanlardan kalkarsınız. Çünkü niye? Fasık'ın getirdiği haber doğru değildi. Siz o haberle amel ettiniz. Bir başkasını yargıladınız. Bir başkasını deşifre ettiniz. Onların şahsiyetleriyle oynadınız. Bu da size bir vebal getirir. Hatta bu ayeti kerimenin esbabı nüzulüne baktığımız zaman bu ayet Hz. Muhammed'e (s.a.v) gelmiş. Bu ayetin ilk muhatapları sahabelerdir. Velid Bin Ukbe sahabelerdendir. Allah'ın Resulü onu, Beni Müstalik Kabilesi'ne gönderiyor. 'Git' diyor 'onların zekâtını al gel.' Ama Velid Bin Ukbe'nin daha önce Beni Müstalik Kabilesi ile bir düşmanlığı var. O düşmanlığından dolayı, 'ben gidersem bunlar beni öldürürler' diyerek yarı yolda geri dönüyor. Gittim zekâtını vermediler, isyan ettiler diye Peygamber Efendimize bir haber getiriyor. Şimdi günümüzde Müslümanlar bu hassasiyeti kaybettiler. Falan âlimin, falan hocanın, falan şeyhin başında bulunduğu bir grup, bir cemaat asla yalan söylemez, asla alakası olmayan haberlere itibar edemez diyemeyiz. Burada hareketin başında Rahmetellil Alemin Muhammed (s.a.v) var. Velid Bin Ukbe de sahabelerden birisidir. Ama bu sahabe de bir insandır, melek değildir. Çünkü Müslümanların toplumu bir melek toplumu değil; bir mükellefler toplumudur. Mükellefler toplumunda doğrular da olabilir yanlışlar da. Müslümanlar toplumundan kastınız?.. Yani Müslümanların toplumu denildiği zaman bir masumlar toplumu akla gelmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.v) haber ahlakının da muallimidir. Burada bunu yakalayacağız şimdi. Velid Bin Ukbe haberi getirdi diye Allah Resulü buna hemen itibar edip harekete geçmiyor. Hatta rivayetlerde, Hz. Ebubekir (r.a), Hz. Ömer (r.a), Halit Bin Velid (r.a) içinde bulunduğu bir seriye gönderiyor. Gidin eğer Velid Bin Ukbe'nin verdiği haber doğruysa Beni Müstalik Kabilesi, Müslüman, mümin olduğu halde zekâtını vermiyorsa onları öldürün. Tefsiri Kurtubi'de aynen böyle geçiyor. Şimdi burada başka bir incelik var. O da şudur: Yan İslam Devleti hukukul fukarayı savunan bir devlettir. Gerekirse fukaranın hakkını ve hukukunu korumak için onlara haksızlık edenleri öldüre de bilir. Bakın eğer zengin Müslümanlar zekâtlarını gerçekten vermiyorlarsa bu işi kabul etmiyorlarsa onları öldürün diyor. Tam burada hocam şunu sormak istiyorum. Böyle bir haber varsa, diyelim fakirin, fukaranın, mazlumun hakkının gasp edildiğine yönelik bir haber varsa ve mağdurlar konuşuyorsa, bütün belgeleriyle, yani herşey mevcutsa, bu haksızlığı yapanın dolaylı yoldan mağduriyeti ispat olmuşsa bu haberi yapmaktan imtina edilebilir mi? Bir infiale sebep olsa dahi? Haksızlığın deşifre edilmesi adına? Tamam, haberi yaymak konusuna geliyoruz. Bize ulaşan haber doğru olabilir. Fakat bu doğru haberden nasıl bir menfaat temin edeceğiz. Yani mağdur olanların mağduriyetlerini önleyecek miyiz? Mazlum olanları sevindirecek miyiz? Sevindirecek nokta nedir? Burası önemlidir. Mesela Velid Bin Ukbe'nin haberi üzerine gidiyorlar. Bekliyorlar. Köy halkı yatsı ezanı okuyor, sabah ezanı okuyor. Köye gidiyorlar Beni Müstalik'e Kabilesi diyor bizim böyle bir şeyimiz yok. Zekâtlarını veriyorlar ve bunun üzerine gelip Allah Resulü (s.a.v) haber verdikleri zaman bunun üzerine bu ayeti kerime nazil oluyor. Allah Resulü de orada bir ilke ortaya koyuyor. Bu haber ahlakında vazgeçilmez bir ilkedir. Diyor ki, 'Te'ni, ağır başlı olmak, olaya soğukkanlılıkla yaklaşmak Allah'tandır. Acele etmek şeytandandır.' Müslüman insan sürat insanıdır; ama aceleci insan değildir. Hatta halkımız arasında meşhur bir tabirdir; ama bu İslami meseleye dayanan bir tabirdir. 'Acele eden ecele gider' diyorlar ya, bundan kasıt acelecilikle yapılan işleri ölümden sayınız. Onun bir değeri olmaz. Yani ölümün bir hareketi olur mu? Olmaz. Dolayısıyla Müslüman insan teenni insandır. Bize haber gelebilir. O haberi besleriz. Haberi bugün aldınız, belki iki ay sonra onu yaymanız gerekecek. Fakat bazı haberler de var ki, hayati bir meseledir, yıldırım hızıyla aniden o haberi geçmeniz lazım. Çünkü bir saat kalsa onun bir değeri kalmaz; ama aniden yaymanız belki de bir hayat kurtaracaktır. Bu da ayrı bir olaydır. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v) yani zengin olup da malının zekâtını vermeyen, Velid Bin Ukbe'ye itiraz eden Beni Müstalik'e Kabilesi'nin olayının üstünü örtbas etmemiş. Hemen seriye'yi göndermiş, talimat vermiş, neticeyi tahkik etmiş, öğrenmiş ve hükme bağlamış. Bundan bir ders çıkartmış. Olay oluyor, bitiyor, ondan sonra çıkartılan ders çok önemli. Biz bundan anlıyoruz ki, bize ulaşan, bize gelen haberlerden bizim çıkartacağımız bir takım dersler olmalıdır. Bu önemli bir şeydir. Hatta zaman zaman kullanmışımdır. Tarihi bir cümledir. Mesela tecrübe. Tecrübe taraf tutmayan bir şeydir. Masrafı çok ağır bir öğretmendir; ama taraf tutmaz. Hani belki bunu başka bir şekilde ifade ediyorlar, ne diyorlar? Zaman en büyük müfessirdir. Zamanın tefsir ettiğine itiraz edilmez. Biri hakkında bir kanaatiniz vardır, söylüyordunuz, belki kendiniz de şüphedeydiniz. Ama gün, vakti geldi, sizin dediğinizin aynısı çıktı ve yazıldı. İtiraz etme imkânınız olmaz. Öyle değil mi? Zaman olayı tefsir etti. Dolayısıyla zamanın tefsirini de göz önünde bulundurmamız gerekir. Ondan bir ders çıkartmamız lazım. Şimdi haber ahlakında biz tecrübeye özel bir önem atfedeceğiz. Tecrübeyi, temel direklerimizden birisi sayacağız. Tecrübeden istifade edeceğiz ki, Kur'an bizi bu adrese yönlendirmiş. Mesela Nisa Suresi'nin 83'üncü ayetinde, bu ayet haber ahlakının özünü ve özetini teşkil eder. Diyor ki, 'Onlara bir haber geldiği zaman, korku ve eminlikle alakalı, onu hemen yayıverirler.' Yani Kur'an eminlik ve korkuya dair haberleri yayanları burada kınıyor. 'Hâlbuki onlar onu resule ve kendilerine olan emre götürselerdi, Resul, Hz. Muhammed'dir (s.a.v) ve hayattadır, ona gidin. Ama o olmadığı zaman da ulul emre gidin. Nedir ulul emir orada? Allah Resulü bir takım savaş komutanları tayin etmiştir. Orada bir olay olduysa, size bir haber ulaştıysa başınızdaki komutana gidin. Ulema diyor ki, bu güne bunu getirirsek, yani ulemaya götür. Haberleri yaymadan önce, bir, haberi aldığımız kaynağı tahkik edeceğiz. Değil mi? Sağlam bir kaynaktan bir haber aldık. İki, tamamen haber özellikleri taşıyor. Üçüncüsü, bu haberden hangi dersleri çıkartmamız lazım. Buna kafa yormamız lazım. Dördüncüsü, bu haberi ehline arz edelim. Masaya yatıralım, bunun üzerine istişarede bulunalım. Bunu yapsalardı, ondan gerekli olan hükmü istinbat ederlerdi. Bu istinbat kelimesini bu haber olayında Kur'an-ı Kerim'de kullanmıyor. Ulema diyor ki, lügat âlimleri, istinbat kelimesi, kuyuyu eşmek, kuyunun dibinden suyu çıkartmaktır. Bazen bir haberden ders çıkartmak, kayaların içinden suya ulaşmak kadar çok zor olabilir. Yani istinbat kuyudan su çıkartmaktır. Kuyuyu eşip, suya ulaşmaktır. Dolayısıyla haber olayı böyle bir olaydır. Yani siz bu haberi eşiyorsunuz, eşiyorsunuz, eşiyorsunuz, onun dibinde suya ulaşıyorsunuz. Su hayattır. O haberden çıkardığınız ders bizim hayatımıza hayat katmalı. Bizi hayattan koparmamalı, bizi uzaklaştırmamalı. Bizi birbirimizden de uzaklaştırmamalı. Eğer yaptığımız haberler bizi birbirimizden uzaklaştırıyorsa o haber, haber olma değerini kaybetmiş demektir. Öyle değil mi? Müslümanların lehineyse?.. Diyoruz ya, Müslümanlar, Resulullah başta olacak. Şimdi Resulullah'ı örnek edinmiş, onun izinden gittiğini söyleyenler âlimsiz yaşayamazlar. Eğer başlarında da bir âlimleri varsa ve bunu da birlikte oturup değerlendirmişlerse, ondan da hüküm istinbat etmişlerse kuyu eşer gibi, o zaman artık buna itibar etmek lazım. Ayet diyor ki, 'Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, hepiniz şeytana uyup gitmiştiniz.' Biz buradan anlıyoruz ki, haber olayı öyle bir şey ki, bazen bizim şeytana tabi olup gitmemize de sebep olabilir. Ama Kur'an diyor ki, 'Sizi, fadlullah ve rahmeti kurtardı.' Ulema diyor ki, fadlullahtan kasıt nedir? Kitabullahtır. Peki, rahmetten kasıt nedir? Hz. Muhammed'dir (sav). Yani Allah'ın kitabı olmasaydı, peygamberin hadisi olmasaydı, çoğunuz şeytana uyup giderdiniz. Niye? İfk hadisesini hatırlayınız. Hz. Ayşe'ye (r.a) iftira edildi. Hatta o anda birçok sahabenin gönlü bile başka yere kaydı. Ama Kur'an ayetiyle müdahale etti ve ihtilafı kesti. Böylece kurtulmuş oldular. Dolayısıyla Kur'an'ın bu ayetleri bize bir haber ahlakı kazandırıyor. Yalan haberlerin yayılması, ulema ittifakla diyor ki, bütün dinlerde haramdır. İslam'dan önce gelmiş bütün peygamberler döneminde olduğu gibi, Hz. Peygamberin döneminde de yalan haberlerin yayılması haramdır. Yalan haber günümüzde çok fazla, aslında her dönemde fazla. Özellikle iktidarın lehine yalakalık olsun diye mi dersiniz, maddi kaygılar nedeniyle mi dersiniz, adını ne koyarsanız koyun, yalan haber çok yapılıyor… Biz, şimdi bunu söylerken, bir haberi yayıyoruz, yayımlıyoruz, insanlara ulaştırmaya çalışıyoruz. Şimdi biz, bu haberi yaymaktan, insanlara ulaştırmaktan neyi murat ediyoruz? Bizim kastımız nedir? Eğer mağdur olan birileri varsa, onun, onların hakkını korumak. Öyle değil mi? Veyahut toplumun bilmesi gereken bir bilgi varsa, o bilgiyi insanlara ulaştırmak veyahut bu olaya müdahale etmesi gereken bir takım merciler varsa, bu olaya müdahale etsinler. Ama Beşeri yasaların egemen olduğu bir düzende yaşıyoruz, İslam'i olmayan bir düzende yaşıyoruz. İslam'i olmayan bir düzende haberleri yaymak, Tağut'i makamlardan, Tağut'i mevkilerden bir takım yardımlar talep etmek ve onların müdahale etmesini beklemek zaten haber ahlakına aykırı bir şeydir. Yani Müslüman bir insan itibar ettiği haberi Nemrut'lara arz etmez. Yani haksızlık yapanlardan haksızlığın önlenmesini bekliyoruz. Haksızlığı yapanlardan haksızlığın önlenmesini bekleyeceğiz; ama bizim müracaat ettiğimiz merciler çok önemli. Yani haber ahlakının bir gereği de bizim müracaat ettiğimiz merci meşru bir merci olacak, muktedir bir merci olacak. Haberleri kime arz edeceğiz hocam? Diyorum ya, Müslüman kamuoyunun bilinçlenmesine, şuurlanmasına sebep olmak için yapabiliriz; ama Allah'ın hükümlerini askıya almış, kendi keyiflerini kanun haline getirip, hukuk diye dayatanlardan, adalet talep etmemiz, bizim bizzat iman ettiğimiz Nebeul Azim olan Kur'an'ın kendisine ihanettir. Niye? Allah'ın hükmünü hiçe sayan bir insandan adalet beklenebilir mi? Mümkün değil. Ama biz bu haberi yapmakla İslam toplumunun, gayrimeşru güçlere maşa, malzeme olmasına engel olabiliriz. Bu konuda inisiyatif ortaya koymuş olabiliriz. Bunun için belki bu haber ahlakıyla ilgili şunu söyleyebilirim. Bugün itibariyle biz, yani Nemrut'u bol olan, Firavun'u bol olan bir toplumun sakinleriyiz. Öyle değil mi? Şimdi bu Nemrut'u bol olan, Firavun'u bol olan toplumlarda haber yaparken, Nemrut'ların, Firavun'ların tuzaklarına takılmamak, onların propagandalarına kapılmamak için ne yapmamız gerekiyor. Dedik ya, Kur'an'la hükmedilmeyen toplumların Nemrut'ları bol olur. Böyle toplumlarda insan, insan olmaktan çıkar. Sahte ilahlara yol olur. Bu cümle önemli bir şeydir. Şimdi sahte ilahlara yol olmamak için bizim bu Tağut-i düzenlerde inisiyatif almamız gerekiyor. Asıl mesele bu. Hocam demin adaletten bahsettiniz… Gayrimüslim bir insan adil olamaz mı? Habeşistan'a giden Müslümanlar, Habeşistan Kralı iman etmediği halde, adaletli bir ülkeye gitmiş oldular. Dolayısıyla burada söylemek istenen adaletten neyi anlamamız gerekiyor? Bu suali cevaplandırmamız açısından öncelikle bizim adalet diye bir tarifimizin olması lazım. Adaletten neyi anlıyoruz veya adaletten biz ne anlıyoruz? Mesela biz, Müslümanlar iman etmişiz ki, adalet Kur'an'i bir kavramdır. Kur'an-Kerim'in emrettiği bir kavramdır. Malumunuzdur, Türkiye'mizde cuma günleri hutbelerin sonunda hep bu ayet okunur. 'Şüphesiz Allah, adaleti ve ihsanı emreder' bu şekilde de mana veriliyor. Hâlbuki ayeti kerimede böyle bir şey yoktur. Ayet diyor ki, 'Allah, adaletle adaleti emrediyor.' Allah adaleti emrediyor, gidin istediğiniz gibi yapın işte, adalet bizim inisiyatifimize bırakılmış bir olay değildir. Yani Allahü Teâlâ adalet ile emrediyor. Demek ki, Allahü Teâlâ bize adaleti kendi kitabı keriminde beyan etmiş. Öyle olmasaydı Allahü Teâlâ, 'Her kim, Allah'ın inzal ettiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.' Şimdi bu ayetten yola çıkarak mefhumu muallimini düşündüğümüz zaman adaletin tarifine ulaşmamız mümkündür. Adalet Allah'ın inzal ettiği hükümlerle hükmetmektir. Bir ülkede Allah'ın inzal ettiği hükümlerle hükmedilmiyorsa o ülkedeki bütün uygulamaların adı zulüm ve zalimliktir. Bu önemli bir şeydir. Şimdi geliyoruz Allah Resulü (s.a.v) sahabelerini Habeşistan'a yönlendirmiştir. Biz diyoruz ki, sizin yaşadığınız memlekette veya sizin yaşadığınız memleket, sizin yaşadığınız yöre, imanınıza dar gelirse, imanınızı yaşanmaz hale getirirse, orada imanınızı koruyamaz hale gelirseniz Allah'ın arzı geniştir, hicret ediniz. Hicret ettiğiniz zaman, daha doğrusu bulunduğumuz ülkede kendi davamızın yani rabbani davanın muhaciri olursak Allah bize Hacer'i verir. Hacer'ler de bize teslim olan İsmail'leri verir. Eğer bugün Müslümanlar olarak bizim Hacer'lerimiz, İsmail'lerimiz yoksa rabbani davanın muhacirleri olmadığımızdandır. Mekke toprakları Müslümanların imanlarına dar geldi. İmanlarını koruyamaz hale geldiler, yaşayamaz hale geldiler. Yani hicret keyfi bir güç hareketi değildir. İmanı korumak, imanı yaşamak için yapılan bir harekettir. Hiçbir siyer kitabında Habeşistan Kralı'nın adaletinden, adilliğinden bahsedilmez. Sadece Habeşistan o günün dar şartlarında bir dar-ül eman idi. Yani bir emniyet ülkesiydi. Gelenlere dokunulmuyordu, onların kendi bildikleri gibi inançlarını yaşamaları isteniyordu. Fakat öbür tarafta sualinizde yani Nuşi revan'la ilgili Allah Resulü'nden bize intikal eden bir rivayet vardır. Hatta KeşfulHafa'da onun üzerinde durulmuştur. 'Ben adil bir melikin zamanında gönderildim' diyor. Ulema diyor ki, 'bu Nuşi revan kimdir?' Hatta Allah Resulü (s.a.v) siretinden, sahabelerin hayatından anlıyoruz ki, Hz. Ömer (r.a) Mısır'a bir vali tayin ediyor. Amr Bin As, Mısır'da vali iken bir takım keyfi uygulamalarda bulunuyor. İşte bir arsayı cami yapmak için Müslümanlar karar veriyorlar. Fakat o arsanın yanında bir ev var, o evde bir Yahudi'ye ait. Yahudi de evini vermek istemiyor. Haber ahlakı açısından da bizi ilgilendiren bir olaydır. Şimdi yapılacak iş, hayırlı bir iş. Bir cami yapacaksınız; ama bu camiyi yaparken de bir Yahudi'nin evini yıkacaksınız. Hayırlı bir iş yapılacaksa bir Yahudi'nin evi hayli hayli yıkılır ki günümüzde birileri hayırlı bir takım işleri yapmak için gerekirse bu ülkeyi bile ateşe vermekten çekinmiyorlar. Bu da ayrı bir beladır. Hz. Peygamber (s..av) bize Allahü Teala'yı iki şeyle tanıtıyor. Tunuslu Âlim Muhammed Tadi İbn-i Aşur diyor ki 'Ve inne ke le ala hülukul azim' demiş; ama ikincisi 'inneke hakke-l mübin.' Şüphesiz sen Mübin bir dinin üzerindesin. Yani dostumuz ve düşmanımız bizim haksızlık etmediğimizden emin olmalı. Bu adam Mübin bir hakkın üzerindedir. Kendi hakkına razıdır, başkasının hakkına tecavüz etmez. Eğer bu telkini, bu güveni etrafımızdaki insanlara vermemişsek, inanın biz de rabbani davaya ihanet edenlerden sayılırız. Amr Bin As bu uygulamayı yapmış, Yahudi'nin evini yıkmış ve camiyi yapmış, mescidi yapmış. Sesini duyuramayan, "adil" o günün bazı Müslümanları, Yahudi'yi dürtüklüyorlar. Diyorlar ki, 'valiyi geç', az ilerde Müslümanların başkentinde Halife Ömer var. Git ona, o senin hakkını alır. Bu çok önemli. Hz. Ömer adaletiyle öne çıkmış. Biz bundan anlıyoruz ki, Müslümanların özledikleri düzen adaletin hâkim olduğu bir düzendir. Yahudi geliyor, Hz. Ömer'e sual ediyor. Diyorlar ki, bir tane kadının evi yıkılmış, duvarı yıkılmış, Hz Ömer, duvarı yapmaya gitmiş. Bu aslında Müslüman toplumunun nasıl mütevazı bir toplum olduğunu, halkın istediği zaman devletin başındaki, bugünün ifadesiyle cumhurbaşkanına nasıl rahat bir şekilde ulaşabildiğini, cumhurbaşkanın da halkın içinde olduğunu gösteriyor. Bugünkü yapıyla mukayese etmemiz asla mümkün değil. Gidip bakıyor ki, Hz. Ömer elleri çamurlu, bir kadının evinde, kadının duvarını yapıyor. Diyor ki, Mısır'dan geldim, Yahudi'yim. Evimi yıkıp, cami yaptılar. Hz. Ömer orada bir kemik parçasının üzerine yazıyor. Ben, Nuşi Revan'dan daha adilim diyor. Götür diyor, bunu ver. Yahudi yolda ağlıyor, diyor bu beni dinlemedi. Bir şey de yapmadı. Bu cümle ne yapacak? O kadar yol boşuna geldim. Ve diyor bunu getirip Amr Bin As'ın eline verdiğim zaman. Amr Bin As titremeye başlıyor. Hemen emrediliyor, cami yıkılıyor. Yeniden Yahudi'nin evi yapılıp, Yahudi'ye veriliyor. Yahudi soruyor. Seni titreten bu cümlenin hikmeti, gücü nedir? Diyor ki, devr-i cahiliyede Hz Ömer'in de (r.a) aralarında bulunduğu İran'ın Medain şehrine gittik. Orada ticaret kervanıydık, geceledik, sabahleyin kalktığımızda kervanımız soyulmuştu. Biz de o günün padişahı olan Nuşirevan'a gittik. Bir tercüman vasıtasıyla derdimizi, meramımızı ifade ettik. Fakat diyor dinleyince bize birtakım mallar verildi. Ama biz tatmin olmadık diyor. Giden malımız daha fazlaydı diyor. Nuşirevan bunun farkında oldu. Hemen diyor ikinci bir tercüman çağırdı, dedi bunlar yabancı, bunları iyice dinle. Bizi iyice dinleyince giden malımız kadar mal verdi. Bir de siz mağdur oldunuz, mağduriyetimizi telafi edecek para verdi. Dedi ki, bunlar sarayın batı kapısından girdiler, doğu kapısından da çıksınlar. Doğu kapısından çıkınca baktık ki, bir adam asılmış. Üzerine de yazılmış, 'bu Nuşirevan'ınoğludur, gelen kervanı soyduğu için cezası budur.' Ha diyor ben burada ne anladım? Halife Ömer, bana hatırlattı. Nuşirevan, başkasının malını talan ettiği için oğlunu idam etmekten çekinmedi. Ben Halife Ömer, ondan daha adilim. Benim valim zulmedecek, ben de valimi koruma altına alacağım, böyle bir şey yok. Ben ondan daha adilim. Ben de seni idam edebilirim diyor. Bunu anladığım için titredim. Yahudi'nin evini yeniden yaptım. Yahudi de bunun üzerine imana geliyor. Hadise bu yani. Gayrimüslim bir insan bir başkasının hakkına tecavüz etmeyebilir. Kendine zulmetmeyebilir. Bu anlamda adil olabilir. Ama bizim şer'i manada düşündüğümüz zaman kişi Allah'ın hükmüyle hükmetmediği müddetçe zulümden ve zalimlikten kurtulamaz. Ülkede şu anda bir kavga var. İnsanlar, bu kavgaya şahitlik ediyorlar. Bu tamamen benim dışımda olan, benim dünya görüşümün dışında olan bir şeylerdir. Türkiye'de yürürlükte olan bir sistem var. O sistem iman ettiğim Kur'an'a göre ladini bir sistemdir. Şimdi ladini sistemin çerçevesi dâhilinde bir takım işler, işlemler olmuş. İnsanlar da bunun üzerine kavga ediyorlar. Bu olup bitenlere baktığım zaman bana Mevlana'nın kitabında geçen bir hikâye aklıma geliyor. O da şudur: Mevlana bir gün müritleriyle beraber yolculuk yaparken yol güzergâhında birbiriyle sevinen bir sürü köpek görüyorlar. Müritler ağlamaya başlıyorlar. Mevlana diyor ki, 'siz neden ağlıyorsunuz?' Müritler diyor ki, biz bu köpekler kadar olamadığımız için ağlıyoruz. Sevmiyoruz birbirimizi diyor. Mevlana diyor ki, be ey ahmaklar, siz bunların arasına bir kemik atın da bir görün bakalım. Bu sevgi, bu muhabbet kalır mı? Yani genelde İslam coğrafyasında, özelde ülkemizde bir kemik kapma kavgası sürüp gitmektedir. Bizim bu kemik kapma kavgasında yerimiz yok. Biz rabbani bir davayı sahiplenmişiz. Bizim kavgamız başkadır. Şu anda Türkiye'deki Müslümanlar taraf olma ihtiyacı hissediyorlar; ama… Ve bir zorunluluk olarak hissediyorlar. İşte bu Müslümanların kendi anlayışlarına bağlı bir şeydir. Din algıları belki bunu gerektiriyor. Din algıları ve yönetim algıları AK Parti iktidarıyla birlikte değişti. AK Parti iktidarından önce aynı sizin dediğiniz bu sisteme, bu rejime din dışı bakılıyordu. Bunun değişmesi mümkündür. Nasıl mümkündür? Allah Resulü (s.a.v) Mekke'de 13 yıl kalmıştır. Medine'de 10 yıl kalmıştır. Medine'de 10 yılda İslam devletini kurmuştur. İslam devleti tatbikatlarda bulunmuştur. Birçok yeri fethetmiştir. Dolayısıyla Türkiye'de AK Parti'nin iktidar dönemi 10 yılı geçmiştir. Türkiye'deki mevcut yerleşik sistem, küresel sistemden bağımsız değildir. Evrensel emperyalistlerin vaziyet ettikleri bir sistemle Türkiye idare edilmektedir. Türkiye'de bu yerleşik sistemi kuvvet ve kontrolleri altında tutan emperyalist güçler 10 yıldan fazla bir iktidarın devam etmesini istemezler. Hatta yeni yeni ortaya çıkıyor, Mustafa Kemal'in 1933'ten itibaren Dolmabahçe Sarayı'na mahkûm edildiği, Adnan Menderes'in 10 yılı geçmeden idam edildiği, Turgut Özal'ın 10 yılı geçmeden zehirlendiği ve derken bu güne kadar gelmişiz. İçinde bulunduğumuz rejimi, sistemi idrak etmemiz gerekir. Biz şu anda emperyalist güçlerin dayatmalarıyla karşı karşıyayız. Adamlar bir sistem kurmuşlar. Bizim bu sistemimizi 10 yıl çalıştırırsınız; ama on birinci, on ikinci yıl çalıştırma hakkınız yok diyorlar. Ama benim fikrim daha değişik. Diyorum ki, emperyalistlerin bu sistemini tarihin çöp sepetine atalım. Allahü Teâlâ bize bir din göndermiş. Allahü Teâlâ bize bir nizam göndermiş. Gelin onu hayata hâkim kılalım. Yani bu olaylar bitmez. Müslümanlar birbirini kötüleyeceklerdir. Müslümanlar birbirlerini yem olarak emperyalist güçlerin önüne atacaklar. Ne zamana kadar? Biz bu ülkede, bu coğrafyada Kur'an'ı devlet yapmadıkça. Kur'an'ı devlet yapmadan, devleti Kur'an'la mukayyet hale getirmeden, kanlı katillerden, Karunların insanların üzerine yuvarladıkları kanun kayalardan kurtulamayız. Karunların yuvarladıkları kanun kayalardan kurtulmak istiyorsak, mutlaka Kur'an'ı devlet yapmalı, devleti de Kur'an'la mukayyet hale getirmeliyiz. Bu çok önemli bir şeydir. Bu olmadığı müddetçe bu tip olaylar sürüp gidecektir. Müslümanlar nasıl yapacak bunu? Şimdi Müslümanlar Kur'an'ı devlet yapmanın, devleti Kur'an'la mukayyet kılmanın yolunu öğrenmek istiyorlarsa Hz. Peygamber (s.a.v) takip ettiği hat ve harekete önem atfetmelidirler. Onu öğrenmeye çalışmalıdırlar. Hz. Muhammed (s.a.v) bir devrim, bir inkılâp gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamberin (s.a.v) inkılâbı bir kan inkılâbı değildir. Hz. Peygamberin gerçekleştirdiği inkılap bir Kur'an inkılabıdır. Mesela bu coğrafyada emperyalist güçlerin emellerini gerçekleştirenler, onların iradeleri doğrultusunda sosyal ve siyasal sistemi dizayn edenler kanla geldiler, kanunla geldiler. Ama bir gerçek var ki, 80 yıldan beridir kartonla da gitmiyorlar. Ama ben diyorum ki, kanla gelenler, kanunla gelenler kartonla gitmezler. Ama er geç Kur'an'la giderler. Problem, bizim Kur'an'ı gönül dünyamıza, kalbimize, ülkemize amir kılmamıza bağlıdır. Müslümanlar ne yapacaklar? Müslümanlara ne önerirsiniz bu konuda? Gündeme saplanıp kalmadan, gündemi takip edip, aman burada tarafımızı belirleyip deyip, televizyonu, gazeteleri takip etmeden kendi gündemlerini nasıl belirleyecekler? Nasıl bir Kur'an'i metot önlerine koyup, nasıl bir yolda ilerleyecekler? Haber ahlakının bir gereği, Müslümanın başkasının belirlediği gündemin malzemesi olmaktan kurtulup, kendi gündemini kendisinin belirlemesidir. Eğer Müslümanlar kendi gündemlerini belirleyecek duruma gelmezlerse mukaddes emanetin hesabını soramazlar. Hep sorgulanan insanlar sınıfında kalırlar. Bakın İslam coğrafyasında, ülkemizde İslam'ın neye uygun olup olmadığı tartışılıyor. Hâlbuki biz, Müslümanlardan istenen şey neydi? Biz neyin İslam'a uygun olup olmadığını tartışmalıyız. Çünkü İslam değerler üstü bir sistemdir. Bütün değerlerin ölçüsü İslam'dır. Ama birileri kendi değerlerini İslam'ın üstüne çıkartmışlar. İslam'ın neye uygun olup olmadığını tartışıyorlar. Onun için biz, Müslümanlar kendi gündemimize sahip çıkmalı, kendi gündemimizi kendimiz belirlemeliyiz. Münkir ve müşriklerin belirledikleri gündemlerle meşgul olmamalıyız. O gündemlerin malzemesi olmamalıyız. Onun için biraz önce söylediğiniz ve şu anda Türkiye'de devam eden bu gündemlerin hepsi bizim dışımızdaki odakların tertipledikleri, ortaya koydukları bizi kendileriyle meşgul ettiği gündemlerdir. Ta Gezi Parkı'ndan bu güne olaya baktığımız zaman, Suriye'de yanı başımızda bir kavga veriliyor, Müslümanlar ölüm kalım savaşı veriyorlar. Ama birileri Türkiye'deki Müslümanlara, Türkiye'deki insanlara diyor ki, 'siz içinizle boğuşun, siz Suriye'yle ilgilenmeyin.' Hatta Suriye'deki kavgayı, mücadeleyi kirletmeye çalışıyorlar. Biz, Müslümanlar insaf sahibi olmakla mükellefiz. İmanımızın, vicdanımızın, izanımızın sesini duymakla mükellefiz. Bugün gelen haberlere baktığımızda Suriye'de kadınlar, çocuklar, erkekler Şam'da özellikle kedi, köpek eti yiyebilir miyiz diye, âlimlerden, hocalardan fetva istiyorlar. Ama birileri diyor ki, 'bu sesi duymayın.' O insanların acısını gündeminize almayın. Bizim belirlediğimiz gündemlerle uğraşın. Böyle bir şey olur mu? Biz, Müslümanlar ümmet şuurunu kuşanmış insanlarız. Biz tek bir ümmetiz. Hz. Peygamber (s.a.v) bizi bize tarif etti. 'Müminler tek bir adam gibidirler.' Ha Suriye, ha Tunus, ha Türkiye, ha Irak, hiç fark etmez. Dünyanın neresinde Müslümanın ayağına diken batsa eğer yüreğimizde, ciğerimizde bir acı hissetmiyorsak Müslümanlığımızdan şüphe edelim. Ne diyordu Hz. Peygamber? 'Müslümanın derdiyle dertlenmeden sabahlayan kişi Müslümanlardan değildir. Hepimiz bu tehlikenin altındayız. Yani sabaha uyanırken, Müslümanlardan olmama tehlikesinde olabiliriz. Niye? Çünkü akşam yastığa başımızı koyunca eğer Müslümanların acılarını kendi içimizde hissetmiyorsak, onların problemleriyle ilgilenmiyorsak, biz Müslümanlardan olma hakkını kaybetmişiz demektir. Zaten ümmet şuuruna sahip olmak, mesele sahibi olmak demektir. Yani meselesi olan Müslüman, ümmet bütünlüğündeki yerini idrak eden Müslümandır. Ümmet bir bütündür, biz o bütünün bir parçasıyız. Her birimizin o bütünün içinde bir yeri vardır. Görev, o yerimiz tanımak ve vazifemizi deruhte etmektir. Son bir sorum olacak. Aileler, çocuklarını Kur'an'dan ne kadar haberdar ediyorlar? Çocukların ne kadar gündeminde Kur'an? Ki bunlar gelecek nesiller, bu açıdan, Türkiye'nin geleceği açısından çocuklarla ilgili ümitli misiniz? Yoksa hayır Kur'an, çocukların gündeminde değil mi? Şu anda neslimiz bir tehdit altında. Diyoruz ya, emperyalist güçler, ülkemizi, coğrafyamızı kuşatmış durumdadırlar. Bizim neslimize de, istikbalimize de ipotek koymuş durumdadırlar. Ama bizim iman ettiğimiz Kur'an bize bir çıkış kapısı gösterir. Diyor ki, Allahü Teâlâ Kur'an-ı Kerim'in Yunus Suresi'nde 'Biz, Musa'ya kardeşine vahiy ettik. Siz kavminiz için Mısır'da evler inşa ediniz. Yani Mısır'da Firavun hâkimdir, Firavun'un zulmü annelerin rahmine kadar inmiştir. Şimdi zulmün annelerin rahmine kadar indiği bir toplumda biz Müslümanlar ne yapabiliriz ki? Çare kalmadı teslim olacağız gibi bir mazeretin arkasına sığınamayız. Kur'an, bu mazeretimizi çöp tenekesine atıyor. Firavun egemen olsa da, onun zulmü annelerin rahmine kadar inse de sizin yapacağınız bir şey var. Firavun'un evleri dışında kendinize evler yapınız. Hem de diyor ki, kavminiz için yapınız. Bunu kime diyor? Bunu Musa'ya diyor, kardeşi Harun'a diyor. Musa ve Harun o günkü Müslümanların örnekleri ve önderleridir. Eğer bugün önderlerimiz, örneklerimiz, kanaat önderlerimiz, hocalarımız, şeyhlerimiz, âlimlerimiz bu Tağut-i sistemin yapısı dışında bize evler yapmıyorlarsa, bize yollar göstermiyorlarsa, bize çığırlar açmıyorlarsa, Firavun'un ailesinden olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Sadece kuru evler mi yapılacak? Evlerinizi kıbleleştiriniz. Bu, Kur'an'ın emri. Bu haberi yayalım. Evleri kıbleleştirme seferberliğini ilan edelim. Biz, evlerimizi nasıl kıbleleştireceğiz? Müslümanların evleri sırat-ı müstakimin göstergeleridir. Bizim evlerimiz bizim istikametlerimizin alametleridir. Bizim evimize uğrayanlar, bizim evimizdeki sırat-ı müstakimin ölçüsünü alıp gideceklerdir. Ama bugün biz, Müslümanların evini ziyaret edenler, bizim evimizde de Amerikan, İsrail, Fransa filmlerini seyrediyorlar. Bizimle beraber, onlar da o tip haberleri tartışıyorlar, o tip filmleri konuşuyorlar. Onun için bizim mesuliyetimiz ağır. Tağut'i sistemin dışında evler yapacağız, o evleri de kıbleleştireceğiz. Bu ayetin bir başka manası da bizim evlerimiz, bizim Kâbelerimizdir. Kâbelerimize leke düşürmemek, Kâbelerimizi Kâbe düşmanlarına bırakmamakla mükellefiz. Ama acı bir gerçek ki, bu gün bizim Kâbelerimiz, evlerimiz Firavun'ların işgali altındadır. MUSTAFA ÇELİK KİMDİR? 1960'da Şanlıurfa'nın Bozova İlçesi'nin Boztepe Köyü'nde doğdu. İlk tahsilini Boztepe Köyü İlkokulu'nda tamamladı. Ortaokulu 1973-1974 öğretim yılında Şanlıurfa İmam-Hatip Lisesi'nde, liseyi de 1980-1981 tarihinde Bitlis İmam-Hatip Lisesi'nde tamamladı. Yazı hayatına ortaokul yıllarında başladı. Yazarın bugüne kadar 'Ölçü', 'Yenda' ve 'Misak' yayınlarında kırkın üzerinde eseri yayımlandı. En son olarak Fütüvvet Yayınevinden yayımlanan eserleri başlıca şunlardır: 'Kelepçeli Beyinler (1998)', 'Yürek Dersleri/ 1-3 (1999)', 'Bilek Dersleri/ 1-3 (1999)', 'Kelepçeli Bilekler (1999)', 'Bela Güzergâhlarında Dert Durakları (1999)', 'Mahkûm Yürekler (2000)', 'İslam'ın Yitik Yadigarları/Bilgi-1 (2001)', 'İslam'ın Yitik Yadigarları/Sevgi-2 (2001)', 'İslam'ın Yitik Yadigarları/İlgi-3 (2001)', 'İslam'ın Yitik Yadigarları/Saygı-4 (2001)', 'Vuslat Yaylasının Sevda Çiçekleri (2001)', 'Kıyamet Şiddetinde Tehlikeler/ Dünyevileşme Tehlikesi-1 (2001)', 'Kıyamet Şiddetinde Tehlikeler/Yahudileşme Tehlikesi-2 (2001)', 'Kıyamet Şiddetinde Tehlikeler/ Hıristiyanlaşma Tehlikesi-3 (2001)', 'Kıyamet Şiddetinde Tehlikeler/Müşrikleşme Tehlikesi-4 (2001)', 'Yüreklerin Esvap Değiştirmesi (2001)', 'Modern Hurafelerle Kadın Aleyhtarlığı (2001)', 'İman Edenlerin İman Etmesi/İstikamet Tashihi (2002)','Sahih İman 1-2 (2001)', 'Salih Amel (2001)', 'Besleme Şuuru (2004)', 'Fatiha Şuuru (2005)', 'Tamamiyet Şuuru (2005)', 'Kıble Şuuru (2005)', 'Namaz Şuuru (2005)', 'Selam Şuuru (2005)', 'Tesettür Şuuru (2005)', 'Ezan Şuuru (2005)', 'Tebliğ Şuuru (2006)', 'Vahdet Şuuru (2006)','Oruç Şuuru (2006)', 'Fıkhû's Sahâbe/1-2 (2006)', 'Nasıl Bir Allah'a İnanıyoruz? (2006)', 'Nasıl Bir Peygambere İnanıyoruz? (2006)' ve 'Uysal Koyun Mezhebi' kitabını 2007'de kaleme aldı. Mustafa Çelik Hoca, halen yazdığı kitapların yanı sıra Akit Gazetesi ve Misak Dergisi'nde belli aralıklarla makaleleri yayımlanmaktadır.
Mustafa Çelik Hoca ile Kur'an'a göre 'Haber Ahlakı' kapsamında; yalan haber, taraflı haber, kasıtlı haber ve son zamanlarda gündemi meşgul eden haberlere yönelik konuştuk…

Röportaj: Nusret Salih-Mustafa Arısüt

Mustafa Çelik Hoca ile Kur'an'a göre 'Haber Ahlakı' kapsamında; yalan haber, taraflı haber, kasıtlı haber ve son zamanlarda gündemi meşgul eden haberlere yönelik konuştuk…

Kur'an-ı Kerime göre Haber Ahlakı nedir hocam?

Müslümanlar, Rabbani bir davanın ilkeleri etrafında bir araya gelmiş kişi ve kişilerdir. Yani bir davanın Rabbani mücadelesini veren Müslümanların bir zemini olması lazım. Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed (s.a.v) şahsında Rabbani mücadelenin zeminini bize göstermiş. Nedir mesela? Allah-ü Teala Kur'an-ı Kerim'de, 'Muhakkak ki, sen büyük bir ahlakın üzerindesin. Huluku'l-'Âzîm üzerinesin. Peygamber Efendimiz (s.a.v) başka özellikleri vardı. Mesela en mühim davası iman davasıydı. Ayet, onu iman davasıyla tanıtmıyor burada. Ayet, onun güzel ahlak üzerine, Huluku'l-'Âzîm üzerine olduğunu beyan ediyor. Biz buradan anlıyoruz ki, yani iman mücadelesinin, iman davasının zemini Huluku'l-'Âzîm, büyük ahlaktır. Hz. Muhammed (s.a.v) bir Hadis-i Şerif'inde Kur'an'daki bu Huluku'l-'Âzîm tabirini bir nevi tefsir ediyor, beyan ediyor. Onun mekârim-i ahlâk olduğunu söylüyor. Diyor ki, ben muhakkak ki, mekârim-i ahlâk tamamlamak için gönderildim. Yani ben mekârim-i ahlâk başlatmaya geldim demiyor. Çünkü niye? Ulema diyor ki, mekârim-i ahlâk bir süreçtir. Hz. Adem Aleyhiselamla başlamıştır, Hz. Muhammed (s.a.v) ile kemale ermiştir, son bulmuştur. Dolayısıyla mekârim-i ahlâk dediğimiz zaman bütün peygamberlerin insanlığa kazandırmış oldukları kazanımlar akla gelmelidir. Dolayısıyla biz Müslümanlar mücadele ederken bütün peygamberlerin kazanımları üzerine oturmalıyız. Onun üzerinde mücadelemizi yürütmeliyiz. Ama bu mücadeleyi verirken bizim zeminimiz ahlaki değilse, mekârim-i ahlâk zemininde değilse, bizim zaten bu Rabbani davanın mücadelesini sürdürmemiz, devam ettirmemiz mümkün değildir.

Rabbani davayı nereden alıyoruz?

Rabbani davayı, Rabbani davanın kaynaklarından alıyoruz. Mesela Kur'an-ı Kerim'in bir ismi de Nebeul Azim'dir. Yani Kur'an büyük haberdir, şok haberdir. Yani insanlığın bütün haberlerini alt üst eden, durduran bir haberdir. Diyor ki, sana o Nebeul Azim'den soru soruyorlar. Nebeul Azim, bazı alimler demişler ki, kıyametin kopmasıdır. Fakat alimlerin ekseriyeti de Nebeul Azim, Kur'an-ı Kerim'in ta kendisidir, Kur'an'dan büyük bir haberdir. Şimdi bizim iman ettiğimiz, bizim Müslüman olarak varlık sebebimiz olan Kur'an-ı Kerim büyük bir haber olduğuna göre, dolayısıyla haber olayı biz Müslümanları ilgilendiriyor. Mekârim-i ahlakın bir bölümü, bir parçası, bizim dinimizin kendisi bir haberdir. Yani Kur'an, Allah'tan gelen Nebeul Azim'dir, büyük haberdir.

Bir de bu büyük haber daha öncekileri geçersiz kılandır değil mi?

Tabi. Kendisinden önceki bütün… Aslında Kur'an-ı Kerim'in de bir manası var. Kur'an-ı Kerim'in manası birçok şeyi bir araya getiren, toplayan, içinde barındıran anlamına geldiği için, ulema diyor ki, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin mesajını öz ve özet olarak kendi içinde barındıran kitabın adı Kur'an'dır. Yani dolayısıyla Kur'an geldikten sonra, Kur'an'dan önceki kitapların hükmü kalmamıştır. Biz Nebeul Azim'i, yani şok haberi, büyük haberi bu şekilde anlamalıyız. Yani ben şok haber derken, günümüzün tabirini kullanıyorum; ama yine de bu tabiri karşılamaz. Ama Nebeul Azim, pek aramızda gelişmiş bir tabir değildir, pek kullanmıyoruz. Ama Kur'an, Nebeul Azim'dir. Yani Kur'an'ın haberi gündeme geldiği zaman diğer tüm haberlerin durması lazım, durdurulması lazım. Ama günümüz Müslümanları olarak, Allah'tan gelen haberleri konuşmuyoruz. Onları güne, gündeme taşımıyoruz. Çünkü neden? Başka haberler Kur'an-ı Kerim'i alt etmiş konumda. Oysaki bizim dinimiz, imanımıza göre Kur'an üsttür, ast olamaz.

Yani ana haber kaynağı olarak Kur'an-ı Kerimi esas almalıyız...

Evet, ana haber kaynağımızdır. Bütün haberlerimizin ana çerçevesinin Nebeul Azim oluşturur. Evet, ben bu haberi yapacağım; ama benim bu yapacağım haber Nebeul Azim'in canına değebilir. Ona uymuyorsa, benim bu haberden vazgeçmem lazım denmeli. Ama günümüzün Müslümanları bu terbiyeyi, bu ahlakı almış değillerdir. Yani biz, güncel hayatımızda edindiğimiz ve üzerinde durduğumuz haberlere Nebeul Azim dediğimiz Kur'an'ı çerçeve yapmamışız, ölçü yapmamışız, terazi yapmamışız. Bu büyük bir nakisedir. Bizi, Müslümanlığımızdan uzaklaştıran bir durumdur. Şimdi gelelim bu Nebeul Azim konusuna. Nebeul Azim, bize haber ahlakı kazandırıyor. Belki bugünün ifadesiyle bir basın ahlakı kazandırıyor. Basın ahlakı da haber ahlakının bir bölümüdür. Allah-ü Teala, Kur'an-ı Kerim'in Hucurat Suresi'nde, 'Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirdiği zaman, onu tebeyyün ediniz, onu tahkik ediniz.' Şimdi ayet Medine'de nazil olmuş bir ayettir. Müminlere hitap eden bir ayettir. Medine toplumunu inşa eden bir ayettir. Bütün müminleri kapsayan bir ayettir. Kadın, erkek herkesi kapsayan bir ayettir. Ey iman edenler diye hitap ediyor. Şimdi size herhangi bir fasık bir haber getirirse, yani biz bundan anlıyoruz ki, müminler birbirlerine güvenirler.

Müminler birbirlerinin haberine kayıtsız şartsız inanır değil mi?

Birbirlerinin haberlerine itibar ederler. Çünkü ayet müminleri direkt getirmiyor; ama biz, öbür tarafta Kur'an'ın bütünlüğünü göz önünde bulundurduğumuz zaman Fasık insanın da kâfir olmadığını görüyoruz. Fasık dediğimiz zaman, Kur'an'da hangi ayette gündeme gelmişse o ayette bir mana taşımakla beraber günahkâr mümin akla gelir. Bazı ayetlerde kâfirle aynı kategoriye girebilir fasık. Ama burada bunda kasıt, yani Müslümanlığına halel düşürmüş, üzerinde günahları barındıran, günahları görünen bir Müslüman size bir haber getirirse hemen ona sarılıp o haberi yaymayın. Ona hemen itibar etmeyin, o haberi masaya yatırın. Onu tahkik edin diyor. Bu önemli bir şeydir. Yani bütün Müslümanlar üzerine bir görev terettüp ediyor. Demek ki, Müslümanlar fasıkların haberlerinin önünde birer engeldirler. Fasıkların haberlerini toplarlar, onun üzerinde düşünürler, tahkikte bulunurlar. Ayet devam ediyor, 'Eğer siz o fasık'ın getirdiği o haberi, bilmeden, tahkik etmeden, araştırmadan, ona itibar ederseniz, onu yayarsanız, ona dayanarak bir başkası hakkında hüküm vermeye kalkışırsanız, sabaha nadim olanlardan kalkarsınız. Pişman olanlardan kalkarsınız. Çünkü niye? Fasık'ın getirdiği haber doğru değildi. Siz o haberle amel ettiniz. Bir başkasını yargıladınız. Bir başkasını deşifre ettiniz. Onların şahsiyetleriyle oynadınız. Bu da size bir vebal getirir. Hatta bu ayeti kerimenin esbabı nüzulüne baktığımız zaman bu ayet Hz. Muhammed'e (s.a.v) gelmiş. Bu ayetin ilk muhatapları sahabelerdir. Velid Bin Ukbe sahabelerdendir. Allah'ın Resulü onu, Beni Müstalik Kabilesi'ne gönderiyor. 'Git' diyor 'onların zekâtını al gel.' Ama Velid Bin Ukbe'nin daha önce Beni Müstalik Kabilesi ile bir düşmanlığı var. O düşmanlığından dolayı, 'ben gidersem bunlar beni öldürürler' diyerek yarı yolda geri dönüyor. Gittim zekâtını vermediler, isyan ettiler diye Peygamber Efendimize bir haber getiriyor. Şimdi günümüzde Müslümanlar bu hassasiyeti kaybettiler. Falan âlimin, falan hocanın, falan şeyhin başında bulunduğu bir grup, bir cemaat asla yalan söylemez, asla alakası olmayan haberlere itibar edemez diyemeyiz. Burada hareketin başında Rahmetellil Alemin Muhammed (s.a.v) var. Velid Bin Ukbe de sahabelerden birisidir. Ama bu sahabe de bir insandır, melek değildir. Çünkü Müslümanların toplumu bir melek toplumu değil; bir mükellefler toplumudur. Mükellefler toplumunda doğrular da olabilir yanlışlar da.

Müslümanlar toplumundan kastınız?..

Yani Müslümanların toplumu denildiği zaman bir masumlar toplumu akla gelmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.v) haber ahlakının da muallimidir. Burada bunu yakalayacağız şimdi. Velid Bin Ukbe haberi getirdi diye Allah Resulü buna hemen itibar edip harekete geçmiyor. Hatta rivayetlerde, Hz. Ebubekir (r.a), Hz. Ömer (r.a), Halit Bin Velid (r.a) içinde bulunduğu bir seriye gönderiyor. Gidin eğer Velid Bin Ukbe'nin verdiği haber doğruysa Beni Müstalik Kabilesi, Müslüman, mümin olduğu halde zekâtını vermiyorsa onları öldürün. Tefsiri Kurtubi'de aynen böyle geçiyor. Şimdi burada başka bir incelik var. O da şudur: Yan İslam Devleti hukukul fukarayı savunan bir devlettir. Gerekirse fukaranın hakkını ve hukukunu korumak için onlara haksızlık edenleri öldüre de bilir. Bakın eğer zengin Müslümanlar zekâtlarını gerçekten vermiyorlarsa bu işi kabul etmiyorlarsa onları öldürün diyor.

Tam burada hocam şunu sormak istiyorum. Böyle bir haber varsa, diyelim fakirin, fukaranın, mazlumun hakkının gasp edildiğine yönelik bir haber varsa ve mağdurlar konuşuyorsa, bütün belgeleriyle, yani herşey mevcutsa, bu haksızlığı yapanın dolaylı yoldan mağduriyeti ispat olmuşsa bu haberi yapmaktan imtina edilebilir mi? Bir infiale sebep olsa dahi? Haksızlığın deşifre edilmesi adına?

Tamam, haberi yaymak konusuna geliyoruz. Bize ulaşan haber doğru olabilir. Fakat bu doğru haberden nasıl bir menfaat temin edeceğiz. Yani mağdur olanların mağduriyetlerini önleyecek miyiz? Mazlum olanları sevindirecek miyiz? Sevindirecek nokta nedir? Burası önemlidir. Mesela Velid Bin Ukbe'nin haberi üzerine gidiyorlar. Bekliyorlar. Köy halkı yatsı ezanı okuyor, sabah ezanı okuyor. Köye gidiyorlar Beni Müstalik'e Kabilesi diyor bizim böyle bir şeyimiz yok. Zekâtlarını veriyorlar ve bunun üzerine gelip Allah Resulü (s.a.v) haber verdikleri zaman bunun üzerine bu ayeti kerime nazil oluyor. Allah Resulü de orada bir ilke ortaya koyuyor. Bu haber ahlakında vazgeçilmez bir ilkedir. Diyor ki, 'Te'ni, ağır başlı olmak, olaya soğukkanlılıkla yaklaşmak Allah'tandır. Acele etmek şeytandandır.' Müslüman insan sürat insanıdır; ama aceleci insan değildir. Hatta halkımız arasında meşhur bir tabirdir; ama bu İslami meseleye dayanan bir tabirdir. 'Acele eden ecele gider' diyorlar ya, bundan kasıt acelecilikle yapılan işleri ölümden sayınız. Onun bir değeri olmaz. Yani ölümün bir hareketi olur mu? Olmaz. Dolayısıyla Müslüman insan teenni insandır. Bize haber gelebilir. O haberi besleriz. Haberi bugün aldınız, belki iki ay sonra onu yaymanız gerekecek. Fakat bazı haberler de var ki, hayati bir meseledir, yıldırım hızıyla aniden o haberi geçmeniz lazım. Çünkü bir saat kalsa onun bir değeri kalmaz; ama aniden yaymanız belki de bir hayat kurtaracaktır. Bu da ayrı bir olaydır. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v) yani zengin olup da malının zekâtını vermeyen, Velid Bin Ukbe'ye itiraz eden Beni Müstalik'e Kabilesi'nin olayının üstünü örtbas etmemiş. Hemen seriye'yi göndermiş, talimat vermiş, neticeyi tahkik etmiş, öğrenmiş ve hükme bağlamış. Bundan bir ders çıkartmış. Olay oluyor, bitiyor, ondan sonra çıkartılan ders çok önemli. Biz bundan anlıyoruz ki, bize ulaşan, bize gelen haberlerden bizim çıkartacağımız bir takım dersler olmalıdır. Bu önemli bir şeydir. Hatta zaman zaman kullanmışımdır. Tarihi bir cümledir. Mesela tecrübe. Tecrübe taraf tutmayan bir şeydir. Masrafı çok ağır bir öğretmendir; ama taraf tutmaz. Hani belki bunu başka bir şekilde ifade ediyorlar, ne diyorlar? Zaman en büyük müfessirdir. Zamanın tefsir ettiğine itiraz edilmez. Biri hakkında bir kanaatiniz vardır, söylüyordunuz, belki kendiniz de şüphedeydiniz. Ama gün, vakti geldi, sizin dediğinizin aynısı çıktı ve yazıldı. İtiraz etme imkânınız olmaz. Öyle değil mi? Zaman olayı tefsir etti. Dolayısıyla zamanın tefsirini de göz önünde bulundurmamız gerekir. Ondan bir ders çıkartmamız lazım. Şimdi haber ahlakında biz tecrübeye özel bir önem atfedeceğiz. Tecrübeyi, temel direklerimizden birisi sayacağız. Tecrübeden istifade edeceğiz ki, Kur'an bizi bu adrese yönlendirmiş. Mesela Nisa Suresi'nin 83'üncü ayetinde, bu ayet haber ahlakının özünü ve özetini teşkil eder. Diyor ki, 'Onlara bir haber geldiği zaman, korku ve eminlikle alakalı, onu hemen yayıverirler.' Yani Kur'an eminlik ve korkuya dair haberleri yayanları burada kınıyor. 'Hâlbuki onlar onu resule ve kendilerine olan emre götürselerdi, Resul, Hz. Muhammed'dir (s.a.v) ve hayattadır, ona gidin. Ama o olmadığı zaman da ulul emre gidin. Nedir ulul emir orada? Allah Resulü bir takım savaş komutanları tayin etmiştir. Orada bir olay olduysa, size bir haber ulaştıysa başınızdaki komutana gidin. Ulema diyor ki, bu güne bunu getirirsek, yani ulemaya götür. Haberleri yaymadan önce, bir, haberi aldığımız kaynağı tahkik edeceğiz. Değil mi? Sağlam bir kaynaktan bir haber aldık. İki, tamamen haber özellikleri taşıyor. Üçüncüsü, bu haberden hangi dersleri çıkartmamız lazım. Buna kafa yormamız lazım. Dördüncüsü, bu haberi ehline arz edelim. Masaya yatıralım, bunun üzerine istişarede bulunalım. Bunu yapsalardı, ondan gerekli olan hükmü istinbat ederlerdi. Bu istinbat kelimesini bu haber olayında Kur'an-ı Kerim'de kullanmıyor. Ulema diyor ki, lügat âlimleri, istinbat kelimesi, kuyuyu eşmek, kuyunun dibinden suyu çıkartmaktır. Bazen bir haberden ders çıkartmak, kayaların içinden suya ulaşmak kadar çok zor olabilir. Yani istinbat kuyudan su çıkartmaktır. Kuyuyu eşip, suya ulaşmaktır. Dolayısıyla haber olayı böyle bir olaydır. Yani siz bu haberi eşiyorsunuz, eşiyorsunuz, eşiyorsunuz, onun dibinde suya ulaşıyorsunuz. Su hayattır. O haberden çıkardığınız ders bizim hayatımıza hayat katmalı. Bizi hayattan koparmamalı, bizi uzaklaştırmamalı. Bizi birbirimizden de uzaklaştırmamalı. Eğer yaptığımız haberler bizi birbirimizden uzaklaştırıyorsa o haber, haber olma değerini kaybetmiş demektir. Öyle değil mi?

Müslümanların lehineyse?..

Diyoruz ya, Müslümanlar, Resulullah başta olacak. Şimdi Resulullah'ı örnek edinmiş, onun izinden gittiğini söyleyenler âlimsiz yaşayamazlar. Eğer başlarında da bir âlimleri varsa ve bunu da birlikte oturup değerlendirmişlerse, ondan da hüküm istinbat etmişlerse kuyu eşer gibi, o zaman artık buna itibar etmek lazım. Ayet diyor ki, 'Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, hepiniz şeytana uyup gitmiştiniz.' Biz buradan anlıyoruz ki, haber olayı öyle bir şey ki, bazen bizim şeytana tabi olup gitmemize de sebep olabilir. Ama Kur'an diyor ki, 'Sizi, fadlullah ve rahmeti kurtardı.' Ulema diyor ki, fadlullahtan kasıt nedir? Kitabullahtır. Peki, rahmetten kasıt nedir? Hz. Muhammed'dir (sav). Yani Allah'ın kitabı olmasaydı, peygamberin hadisi olmasaydı, çoğunuz şeytana uyup giderdiniz. Niye? İfk hadisesini hatırlayınız. Hz. Ayşe'ye (r.a) iftira edildi. Hatta o anda birçok sahabenin gönlü bile başka yere kaydı. Ama Kur'an ayetiyle müdahale etti ve ihtilafı kesti. Böylece kurtulmuş oldular. Dolayısıyla Kur'an'ın bu ayetleri bize bir haber ahlakı kazandırıyor. Yalan haberlerin yayılması, ulema ittifakla diyor ki, bütün dinlerde haramdır. İslam'dan önce gelmiş bütün peygamberler döneminde olduğu gibi, Hz. Peygamberin döneminde de yalan haberlerin yayılması haramdır.

Yalan haber günümüzde çok fazla, aslında her dönemde fazla. Özellikle iktidarın lehine yalakalık olsun diye mi dersiniz, maddi kaygılar nedeniyle mi dersiniz, adını ne koyarsanız koyun, yalan haber çok yapılıyor…

Biz, şimdi bunu söylerken, bir haberi yayıyoruz, yayımlıyoruz, insanlara ulaştırmaya çalışıyoruz. Şimdi biz, bu haberi yaymaktan, insanlara ulaştırmaktan neyi murat ediyoruz? Bizim kastımız nedir? Eğer mağdur olan birileri varsa, onun, onların hakkını korumak. Öyle değil mi? Veyahut toplumun bilmesi gereken bir bilgi varsa, o bilgiyi insanlara ulaştırmak veyahut bu olaya müdahale etmesi gereken bir takım merciler varsa, bu olaya müdahale etsinler. Ama Beşeri yasaların egemen olduğu bir düzende yaşıyoruz, İslam'i olmayan bir düzende yaşıyoruz. İslam'i olmayan bir düzende haberleri yaymak, Tağut'i makamlardan, Tağut'i mevkilerden bir takım yardımlar talep etmek ve onların müdahale etmesini beklemek zaten haber ahlakına aykırı bir şeydir. Yani Müslüman bir insan itibar ettiği haberi Nemrut'lara arz etmez.

Yani haksızlık yapanlardan haksızlığın önlenmesini bekliyoruz.

Haksızlığı yapanlardan haksızlığın önlenmesini bekleyeceğiz; ama bizim müracaat ettiğimiz merciler çok önemli. Yani haber ahlakının bir gereği de bizim müracaat ettiğimiz merci meşru bir merci olacak, muktedir bir merci olacak.

Haberleri kime arz edeceğiz hocam?

Diyorum ya, Müslüman kamuoyunun bilinçlenmesine, şuurlanmasına sebep olmak için yapabiliriz; ama Allah'ın hükümlerini askıya almış, kendi keyiflerini kanun haline getirip, hukuk diye dayatanlardan, adalet talep etmemiz, bizim bizzat iman ettiğimiz Nebeul Azim olan Kur'an'ın kendisine ihanettir. Niye? Allah'ın hükmünü hiçe sayan bir insandan adalet beklenebilir mi? Mümkün değil. Ama biz bu haberi yapmakla İslam toplumunun, gayrimeşru güçlere maşa, malzeme olmasına engel olabiliriz. Bu konuda inisiyatif ortaya koymuş olabiliriz. Bunun için belki bu haber ahlakıyla ilgili şunu söyleyebilirim. Bugün itibariyle biz, yani Nemrut'u bol olan, Firavun'u bol olan bir toplumun sakinleriyiz. Öyle değil mi? Şimdi bu Nemrut'u bol olan, Firavun'u bol olan toplumlarda haber yaparken, Nemrut'ların, Firavun'ların tuzaklarına takılmamak, onların propagandalarına kapılmamak için ne yapmamız gerekiyor. Dedik ya, Kur'an'la hükmedilmeyen toplumların Nemrut'ları bol olur. Böyle toplumlarda insan, insan olmaktan çıkar. Sahte ilahlara yol olur. Bu cümle önemli bir şeydir. Şimdi sahte ilahlara yol olmamak için bizim bu Tağut-i düzenlerde inisiyatif almamız gerekiyor. Asıl mesele bu.

Hocam demin adaletten bahsettiniz…

Gayrimüslim bir insan adil olamaz mı? Habeşistan'a giden Müslümanlar, Habeşistan Kralı iman etmediği halde, adaletli bir ülkeye gitmiş oldular. Dolayısıyla burada söylemek istenen adaletten neyi anlamamız gerekiyor? Bu suali cevaplandırmamız açısından öncelikle bizim adalet diye bir tarifimizin olması lazım. Adaletten neyi anlıyoruz veya adaletten biz ne anlıyoruz? Mesela biz, Müslümanlar iman etmişiz ki, adalet Kur'an'i bir kavramdır. Kur'an-Kerim'in emrettiği bir kavramdır. Malumunuzdur, Türkiye'mizde cuma günleri hutbelerin sonunda hep bu ayet okunur. 'Şüphesiz Allah, adaleti ve ihsanı emreder' bu şekilde de mana veriliyor. Hâlbuki ayeti kerimede böyle bir şey yoktur. Ayet diyor ki, 'Allah, adaletle adaleti emrediyor.' Allah adaleti emrediyor, gidin istediğiniz gibi yapın işte, adalet bizim inisiyatifimize bırakılmış bir olay değildir. Yani Allahü Teâlâ adalet ile emrediyor. Demek ki, Allahü Teâlâ bize adaleti kendi kitabı keriminde beyan etmiş. Öyle olmasaydı Allahü Teâlâ, 'Her kim, Allah'ın inzal ettiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.' Şimdi bu ayetten yola çıkarak mefhumu muallimini düşündüğümüz zaman adaletin tarifine ulaşmamız mümkündür. Adalet Allah'ın inzal ettiği hükümlerle hükmetmektir. Bir ülkede Allah'ın inzal ettiği hükümlerle hükmedilmiyorsa o ülkedeki bütün uygulamaların adı zulüm ve zalimliktir. Bu önemli bir şeydir. Şimdi geliyoruz Allah Resulü (s.a.v) sahabelerini Habeşistan'a yönlendirmiştir. Biz diyoruz ki, sizin yaşadığınız memlekette veya sizin yaşadığınız memleket, sizin yaşadığınız yöre, imanınıza dar gelirse, imanınızı yaşanmaz hale getirirse, orada imanınızı koruyamaz hale gelirseniz Allah'ın arzı geniştir, hicret ediniz. Hicret ettiğiniz zaman, daha doğrusu bulunduğumuz ülkede kendi davamızın yani rabbani davanın muhaciri olursak Allah bize Hacer'i verir. Hacer'ler de bize teslim olan İsmail'leri verir. Eğer bugün Müslümanlar olarak bizim Hacer'lerimiz, İsmail'lerimiz yoksa rabbani davanın muhacirleri olmadığımızdandır. Mekke toprakları Müslümanların imanlarına dar geldi. İmanlarını koruyamaz hale geldiler, yaşayamaz hale geldiler. Yani hicret keyfi bir güç hareketi değildir. İmanı korumak, imanı yaşamak için yapılan bir harekettir. Hiçbir siyer kitabında Habeşistan Kralı'nın adaletinden, adilliğinden bahsedilmez. Sadece Habeşistan o günün dar şartlarında bir dar-ül eman idi. Yani bir emniyet ülkesiydi. Gelenlere dokunulmuyordu, onların kendi bildikleri gibi inançlarını yaşamaları isteniyordu. Fakat öbür tarafta sualinizde yani Nuşi revan'la ilgili Allah Resulü'nden bize intikal eden bir rivayet vardır. Hatta KeşfulHafa'da onun üzerinde durulmuştur. 'Ben adil bir melikin zamanında gönderildim' diyor. Ulema diyor ki, 'bu Nuşi revan kimdir?' Hatta Allah Resulü (s.a.v) siretinden, sahabelerin hayatından anlıyoruz ki, Hz. Ömer (r.a) Mısır'a bir vali tayin ediyor. Amr Bin As, Mısır'da vali iken bir takım keyfi uygulamalarda bulunuyor. İşte bir arsayı cami yapmak için Müslümanlar karar veriyorlar. Fakat o arsanın yanında bir ev var, o evde bir Yahudi'ye ait. Yahudi de evini vermek istemiyor. Haber ahlakı açısından da bizi ilgilendiren bir olaydır. Şimdi yapılacak iş, hayırlı bir iş. Bir cami yapacaksınız; ama bu camiyi yaparken de bir Yahudi'nin evini yıkacaksınız. Hayırlı bir iş yapılacaksa bir Yahudi'nin evi hayli hayli yıkılır ki günümüzde birileri hayırlı bir takım işleri yapmak için gerekirse bu ülkeyi bile ateşe vermekten çekinmiyorlar. Bu da ayrı bir beladır. Hz. Peygamber (s..av) bize Allahü Teala'yı iki şeyle tanıtıyor. Tunuslu Âlim Muhammed Tadi İbn-i Aşur diyor ki 'Ve inne ke le ala hülukul azim' demiş; ama ikincisi 'inneke hakke-l mübin.' Şüphesiz sen Mübin bir dinin üzerindesin. Yani dostumuz ve düşmanımız bizim haksızlık etmediğimizden emin olmalı. Bu adam Mübin bir hakkın üzerindedir. Kendi hakkına razıdır, başkasının hakkına tecavüz etmez. Eğer bu telkini, bu güveni etrafımızdaki insanlara vermemişsek, inanın biz de rabbani davaya ihanet edenlerden sayılırız. Amr Bin As bu uygulamayı yapmış, Yahudi'nin evini yıkmış ve camiyi yapmış, mescidi yapmış. Sesini duyuramayan, "adil" o günün bazı Müslümanları, Yahudi'yi dürtüklüyorlar. Diyorlar ki, 'valiyi geç', az ilerde Müslümanların başkentinde Halife Ömer var. Git ona, o senin hakkını alır. Bu çok önemli. Hz. Ömer adaletiyle öne çıkmış. Biz bundan anlıyoruz ki, Müslümanların özledikleri düzen adaletin hâkim olduğu bir düzendir. Yahudi geliyor, Hz. Ömer'e sual ediyor. Diyorlar ki, bir tane kadının evi yıkılmış, duvarı yıkılmış, Hz Ömer, duvarı yapmaya gitmiş. Bu aslında Müslüman toplumunun nasıl mütevazı bir toplum olduğunu, halkın istediği zaman devletin başındaki, bugünün ifadesiyle cumhurbaşkanına nasıl rahat bir şekilde ulaşabildiğini, cumhurbaşkanın da halkın içinde olduğunu gösteriyor. Bugünkü yapıyla mukayese etmemiz asla mümkün değil. Gidip bakıyor ki, Hz. Ömer elleri çamurlu, bir kadının evinde, kadının duvarını yapıyor. Diyor ki, Mısır'dan geldim, Yahudi'yim. Evimi yıkıp, cami yaptılar. Hz. Ömer orada bir kemik parçasının üzerine yazıyor. Ben, Nuşi Revan'dan daha adilim diyor. Götür diyor, bunu ver. Yahudi yolda ağlıyor, diyor bu beni dinlemedi. Bir şey de yapmadı. Bu cümle ne yapacak?

O kadar yol boşuna geldim.

Ve diyor bunu getirip Amr Bin As'ın eline verdiğim zaman. Amr Bin As titremeye başlıyor. Hemen emrediliyor, cami yıkılıyor. Yeniden Yahudi'nin evi yapılıp, Yahudi'ye veriliyor. Yahudi soruyor. Seni titreten bu cümlenin hikmeti, gücü nedir? Diyor ki, devr-i cahiliyede Hz Ömer'in de (r.a) aralarında bulunduğu İran'ın Medain şehrine gittik. Orada ticaret kervanıydık, geceledik, sabahleyin kalktığımızda kervanımız soyulmuştu. Biz de o günün padişahı olan Nuşirevan'a gittik. Bir tercüman vasıtasıyla derdimizi, meramımızı ifade ettik. Fakat diyor dinleyince bize birtakım mallar verildi. Ama biz tatmin olmadık diyor. Giden malımız daha fazlaydı diyor. Nuşirevan bunun farkında oldu. Hemen diyor ikinci bir tercüman çağırdı, dedi bunlar yabancı, bunları iyice dinle. Bizi iyice dinleyince giden malımız kadar mal verdi. Bir de siz mağdur oldunuz, mağduriyetimizi telafi edecek para verdi. Dedi ki, bunlar sarayın batı kapısından girdiler, doğu kapısından da çıksınlar. Doğu kapısından çıkınca baktık ki, bir adam asılmış. Üzerine de yazılmış, 'bu Nuşirevan'ınoğludur, gelen kervanı soyduğu için cezası budur.' Ha diyor ben burada ne anladım? Halife Ömer, bana hatırlattı. Nuşirevan, başkasının malını talan ettiği için oğlunu idam etmekten çekinmedi. Ben Halife Ömer, ondan daha adilim. Benim valim zulmedecek, ben de valimi koruma altına alacağım, böyle bir şey yok. Ben ondan daha adilim. Ben de seni idam edebilirim diyor. Bunu anladığım için titredim. Yahudi'nin evini yeniden yaptım. Yahudi de bunun üzerine imana geliyor. Hadise bu yani. Gayrimüslim bir insan bir başkasının hakkına tecavüz etmeyebilir. Kendine zulmetmeyebilir. Bu anlamda adil olabilir. Ama bizim şer'i manada düşündüğümüz zaman kişi Allah'ın hükmüyle hükmetmediği müddetçe zulümden ve zalimlikten kurtulamaz.

Ülkede şu anda bir kavga var. İnsanlar, bu kavgaya şahitlik ediyorlar. Bu tamamen benim dışımda olan, benim dünya görüşümün dışında olan bir şeylerdir. Türkiye'de yürürlükte olan bir sistem var. O sistem iman ettiğim Kur'an'a göre ladini bir sistemdir. Şimdi ladini sistemin çerçevesi dâhilinde bir takım işler, işlemler olmuş. İnsanlar da bunun üzerine kavga ediyorlar. Bu olup bitenlere baktığım zaman bana Mevlana'nın kitabında geçen bir hikâye aklıma geliyor. O da şudur: Mevlana bir gün müritleriyle beraber yolculuk yaparken yol güzergâhında birbiriyle sevinen bir sürü köpek görüyorlar. Müritler ağlamaya başlıyorlar. Mevlana diyor ki, 'siz neden ağlıyorsunuz?' Müritler diyor ki, biz bu köpekler kadar olamadığımız için ağlıyoruz. Sevmiyoruz birbirimizi diyor. Mevlana diyor ki, be ey ahmaklar, siz bunların arasına bir kemik atın da bir görün bakalım. Bu sevgi, bu muhabbet kalır mı? Yani genelde İslam coğrafyasında, özelde ülkemizde bir kemik kapma kavgası sürüp gitmektedir. Bizim bu kemik kapma kavgasında yerimiz yok. Biz rabbani bir davayı sahiplenmişiz. Bizim kavgamız başkadır.

Şu anda Türkiye'deki Müslümanlar taraf olma ihtiyacı hissediyorlar; ama… Ve bir zorunluluk olarak hissediyorlar.

İşte bu Müslümanların kendi anlayışlarına bağlı bir şeydir. Din algıları belki bunu gerektiriyor.

Din algıları ve yönetim algıları AK Parti iktidarıyla birlikte değişti. AK Parti iktidarından önce aynı sizin dediğiniz bu sisteme, bu rejime din dışı bakılıyordu.

Bunun değişmesi mümkündür. Nasıl mümkündür? Allah Resulü (s.a.v) Mekke'de 13 yıl kalmıştır. Medine'de 10 yıl kalmıştır. Medine'de 10 yılda İslam devletini kurmuştur. İslam devleti tatbikatlarda bulunmuştur. Birçok yeri fethetmiştir. Dolayısıyla Türkiye'de AK Parti'nin iktidar dönemi 10 yılı geçmiştir. Türkiye'deki mevcut yerleşik sistem, küresel sistemden bağımsız değildir. Evrensel emperyalistlerin vaziyet ettikleri bir sistemle Türkiye idare edilmektedir. Türkiye'de bu yerleşik sistemi kuvvet ve kontrolleri altında tutan emperyalist güçler 10 yıldan fazla bir iktidarın devam etmesini istemezler. Hatta yeni yeni ortaya çıkıyor, Mustafa Kemal'in 1933'ten itibaren Dolmabahçe Sarayı'na mahkûm edildiği, Adnan Menderes'in 10 yılı geçmeden idam edildiği, Turgut Özal'ın 10 yılı geçmeden zehirlendiği ve derken bu güne kadar gelmişiz. İçinde bulunduğumuz rejimi, sistemi idrak etmemiz gerekir. Biz şu anda emperyalist güçlerin dayatmalarıyla karşı karşıyayız. Adamlar bir sistem kurmuşlar. Bizim bu sistemimizi 10 yıl çalıştırırsınız; ama on birinci, on ikinci yıl çalıştırma hakkınız yok diyorlar. Ama benim fikrim daha değişik. Diyorum ki, emperyalistlerin bu sistemini tarihin çöp sepetine atalım. Allahü Teâlâ bize bir din göndermiş. Allahü Teâlâ bize bir nizam göndermiş. Gelin onu hayata hâkim kılalım. Yani bu olaylar bitmez. Müslümanlar birbirini kötüleyeceklerdir. Müslümanlar birbirlerini yem olarak emperyalist güçlerin önüne atacaklar. Ne zamana kadar? Biz bu ülkede, bu coğrafyada Kur'an'ı devlet yapmadıkça. Kur'an'ı devlet yapmadan, devleti Kur'an'la mukayyet hale getirmeden, kanlı katillerden, Karunların insanların üzerine yuvarladıkları kanun kayalardan kurtulamayız. Karunların yuvarladıkları kanun kayalardan kurtulmak istiyorsak, mutlaka Kur'an'ı devlet yapmalı, devleti de Kur'an'la mukayyet hale getirmeliyiz. Bu çok önemli bir şeydir. Bu olmadığı müddetçe bu tip olaylar sürüp gidecektir.

Müslümanlar nasıl yapacak bunu?

Şimdi Müslümanlar Kur'an'ı devlet yapmanın, devleti Kur'an'la mukayyet kılmanın yolunu öğrenmek istiyorlarsa Hz. Peygamber (s.a.v) takip ettiği hat ve harekete önem atfetmelidirler. Onu öğrenmeye çalışmalıdırlar. Hz. Muhammed (s.a.v) bir devrim, bir inkılâp gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamberin (s.a.v) inkılâbı bir kan inkılâbı değildir. Hz. Peygamberin gerçekleştirdiği inkılap bir Kur'an inkılabıdır. Mesela bu coğrafyada emperyalist güçlerin emellerini gerçekleştirenler, onların iradeleri doğrultusunda sosyal ve siyasal sistemi dizayn edenler kanla geldiler, kanunla geldiler. Ama bir gerçek var ki, 80 yıldan beridir kartonla da gitmiyorlar. Ama ben diyorum ki, kanla gelenler, kanunla gelenler kartonla gitmezler. Ama er geç Kur'an'la giderler. Problem, bizim Kur'an'ı gönül dünyamıza, kalbimize, ülkemize amir kılmamıza bağlıdır.

Müslümanlar ne yapacaklar? Müslümanlara ne önerirsiniz bu konuda? Gündeme saplanıp kalmadan, gündemi takip edip, aman burada tarafımızı belirleyip deyip, televizyonu, gazeteleri takip etmeden kendi gündemlerini nasıl belirleyecekler? Nasıl bir Kur'an'i metot önlerine koyup, nasıl bir yolda ilerleyecekler?

Haber ahlakının bir gereği, Müslümanın başkasının belirlediği gündemin malzemesi olmaktan kurtulup, kendi gündemini kendisinin belirlemesidir. Eğer Müslümanlar kendi gündemlerini belirleyecek duruma gelmezlerse mukaddes emanetin hesabını soramazlar. Hep sorgulanan insanlar sınıfında kalırlar. Bakın İslam coğrafyasında, ülkemizde İslam'ın neye uygun olup olmadığı tartışılıyor. Hâlbuki biz, Müslümanlardan istenen şey neydi? Biz neyin İslam'a uygun olup olmadığını tartışmalıyız. Çünkü İslam değerler üstü bir sistemdir. Bütün değerlerin ölçüsü İslam'dır. Ama birileri kendi değerlerini İslam'ın üstüne çıkartmışlar. İslam'ın neye uygun olup olmadığını tartışıyorlar. Onun için biz, Müslümanlar kendi gündemimize sahip çıkmalı, kendi gündemimizi kendimiz belirlemeliyiz. Münkir ve müşriklerin belirledikleri gündemlerle meşgul olmamalıyız. O gündemlerin malzemesi olmamalıyız. Onun için biraz önce söylediğiniz ve şu anda Türkiye'de devam eden bu gündemlerin hepsi bizim dışımızdaki odakların tertipledikleri, ortaya koydukları bizi kendileriyle meşgul ettiği gündemlerdir. Ta Gezi Parkı'ndan bu güne olaya baktığımız zaman, Suriye'de yanı başımızda bir kavga veriliyor, Müslümanlar ölüm kalım savaşı veriyorlar. Ama birileri Türkiye'deki Müslümanlara, Türkiye'deki insanlara diyor ki, 'siz içinizle boğuşun, siz Suriye'yle ilgilenmeyin.' Hatta Suriye'deki kavgayı, mücadeleyi kirletmeye çalışıyorlar. Biz, Müslümanlar insaf sahibi olmakla mükellefiz. İmanımızın, vicdanımızın, izanımızın sesini duymakla mükellefiz. Bugün gelen haberlere baktığımızda Suriye'de kadınlar, çocuklar, erkekler Şam'da özellikle kedi, köpek eti yiyebilir miyiz diye, âlimlerden, hocalardan fetva istiyorlar. Ama birileri diyor ki, 'bu sesi duymayın.' O insanların acısını gündeminize almayın. Bizim belirlediğimiz gündemlerle uğraşın. Böyle bir şey olur mu? Biz, Müslümanlar ümmet şuurunu kuşanmış insanlarız. Biz tek bir ümmetiz. Hz. Peygamber (s.a.v) bizi bize tarif etti. 'Müminler tek bir adam gibidirler.' Ha Suriye, ha Tunus, ha Türkiye, ha Irak, hiç fark etmez. Dünyanın neresinde Müslümanın ayağına diken batsa eğer yüreğimizde, ciğerimizde bir acı hissetmiyorsak Müslümanlığımızdan şüphe edelim. Ne diyordu Hz. Peygamber? 'Müslümanın derdiyle dertlenmeden sabahlayan kişi Müslümanlardan değildir. Hepimiz bu tehlikenin altındayız. Yani sabaha uyanırken, Müslümanlardan olmama tehlikesinde olabiliriz. Niye? Çünkü akşam yastığa başımızı koyunca eğer Müslümanların acılarını kendi içimizde hissetmiyorsak, onların problemleriyle ilgilenmiyorsak, biz Müslümanlardan olma hakkını kaybetmişiz demektir. Zaten ümmet şuuruna sahip olmak, mesele sahibi olmak demektir. Yani meselesi olan Müslüman, ümmet bütünlüğündeki yerini idrak eden Müslümandır. Ümmet bir bütündür, biz o bütünün bir parçasıyız. Her birimizin o bütünün içinde bir yeri vardır. Görev, o yerimiz tanımak ve vazifemizi deruhte etmektir.

Son bir sorum olacak. Aileler, çocuklarını Kur'an'dan ne kadar haberdar ediyorlar? Çocukların ne kadar gündeminde Kur'an? Ki bunlar gelecek nesiller, bu açıdan, Türkiye'nin geleceği açısından çocuklarla ilgili ümitli misiniz? Yoksa hayır Kur'an, çocukların gündeminde değil mi?

Şu anda neslimiz bir tehdit altında. Diyoruz ya, emperyalist güçler, ülkemizi, coğrafyamızı kuşatmış durumdadırlar. Bizim neslimize de, istikbalimize de ipotek koymuş durumdadırlar. Ama bizim iman ettiğimiz Kur'an bize bir çıkış kapısı gösterir. Diyor ki, Allahü Teâlâ Kur'an-ı Kerim'in Yunus Suresi'nde 'Biz, Musa'ya kardeşine vahiy ettik. Siz kavminiz için Mısır'da evler inşa ediniz. Yani Mısır'da Firavun hâkimdir, Firavun'un zulmü annelerin rahmine kadar inmiştir. Şimdi zulmün annelerin rahmine kadar indiği bir toplumda biz Müslümanlar ne yapabiliriz ki? Çare kalmadı teslim olacağız gibi bir mazeretin arkasına sığınamayız. Kur'an, bu mazeretimizi çöp tenekesine atıyor. Firavun egemen olsa da, onun zulmü annelerin rahmine kadar inse de sizin yapacağınız bir şey var. Firavun'un evleri dışında kendinize evler yapınız. Hem de diyor ki, kavminiz için yapınız. Bunu kime diyor? Bunu Musa'ya diyor, kardeşi Harun'a diyor. Musa ve Harun o günkü Müslümanların örnekleri ve önderleridir. Eğer bugün önderlerimiz, örneklerimiz, kanaat önderlerimiz, hocalarımız, şeyhlerimiz, âlimlerimiz bu Tağut-i sistemin yapısı dışında bize evler yapmıyorlarsa, bize yollar göstermiyorlarsa, bize çığırlar açmıyorlarsa, Firavun'un ailesinden olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Sadece kuru evler mi yapılacak? Evlerinizi kıbleleştiriniz. Bu, Kur'an'ın emri. Bu haberi yayalım. Evleri kıbleleştirme seferberliğini ilan edelim. Biz, evlerimizi nasıl kıbleleştireceğiz? Müslümanların evleri sırat-ı müstakimin göstergeleridir. Bizim evlerimiz bizim istikametlerimizin alametleridir. Bizim evimize uğrayanlar, bizim evimizdeki sırat-ı müstakimin ölçüsünü alıp gideceklerdir. Ama bugün biz, Müslümanların evini ziyaret edenler, bizim evimizde de Amerikan, İsrail, Fransa filmlerini seyrediyorlar. Bizimle beraber, onlar da o tip haberleri tartışıyorlar, o tip filmleri konuşuyorlar. Onun için bizim mesuliyetimiz ağır. Tağut'i sistemin dışında evler yapacağız, o evleri de kıbleleştireceğiz. Bu ayetin bir başka manası da bizim evlerimiz, bizim Kâbelerimizdir. Kâbelerimize leke düşürmemek, Kâbelerimizi Kâbe düşmanlarına bırakmamakla mükellefiz. Ama acı bir gerçek ki, bu gün bizim Kâbelerimiz, evlerimiz Firavun'ların işgali altındadır.


MUSTAFA ÇELİK KİMDİR?

1960'da Şanlıurfa'nın Bozova İlçesi'nin Boztepe Köyü'nde doğdu. İlk tahsilini Boztepe Köyü İlkokulu'nda tamamladı. Ortaokulu 1973-1974 öğretim yılında Şanlıurfa İmam-Hatip Lisesi'nde, liseyi de 1980-1981 tarihinde Bitlis İmam-Hatip Lisesi'nde tamamladı. Yazı hayatına ortaokul yıllarında başladı. Yazarın bugüne kadar 'Ölçü', 'Yenda' ve 'Misak' yayınlarında kırkın üzerinde eseri yayımlandı.


En son olarak Fütüvvet Yayınevinden yayımlanan eserleri başlıca şunlardır:
'Kelepçeli Beyinler (1998)',
'Yürek Dersleri/ 1-3 (1999)',
'Bilek Dersleri/ 1-3 (1999)',
'Kelepçeli Bilekler (1999)',
'Bela Güzergâhlarında Dert Durakları (1999)',
'Mahkûm Yürekler (2000)',
'İslam'ın Yitik Yadigarları/Bilgi-1 (2001)',
'İslam'ın Yitik Yadigarları/Sevgi-2 (2001)',
'İslam'ın Yitik Yadigarları/İlgi-3 (2001)',
'İslam'ın Yitik Yadigarları/Saygı-4 (2001)',
'Vuslat Yaylasının Sevda Çiçekleri (2001)',
'Kıyamet Şiddetinde Tehlikeler/ Dünyevileşme Tehlikesi-1 (2001)',
'Kıyamet Şiddetinde Tehlikeler/Yahudileşme Tehlikesi-2 (2001)',
'Kıyamet Şiddetinde Tehlikeler/ Hıristiyanlaşma Tehlikesi-3 (2001)',
'Kıyamet Şiddetinde Tehlikeler/Müşrikleşme Tehlikesi-4 (2001)',
'Yüreklerin Esvap Değiştirmesi (2001)',
'Modern Hurafelerle Kadın Aleyhtarlığı (2001)',
'İman Edenlerin İman Etmesi/İstikamet Tashihi (2002)',
'Sahih İman 1-2 (2001)',
'Salih Amel (2001)',
'Besleme Şuuru (2004)',
'Fatiha Şuuru (2005)',
'Tamamiyet Şuuru (2005)',
'Kıble Şuuru (2005)',
'Namaz Şuuru (2005)',
'Selam Şuuru (2005)',
'Tesettür Şuuru (2005)',
'Ezan Şuuru (2005)',
'Tebliğ Şuuru (2006)',
'Vahdet Şuuru (2006)',
'Oruç Şuuru (2006)',
'Fıkhû's Sahâbe/1-2 (2006)',
'Nasıl Bir Allah'a İnanıyoruz? (2006)',
'Nasıl Bir Peygambere İnanıyoruz? (2006)' ve 'Uysal Koyun Mezhebi' kitabını 2007'de kaleme aldı.

Mustafa Çelik Hoca, halen yazdığı kitapların yanı sıra Akit Gazetesi ve Misak Dergisi'nde belli aralıklarla makaleleri yayımlanmaktadır.

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve adanagundemi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler 2023 acotr.org bonus veren siteler https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler 2023 casino siteleri